Sosyal Medya

MADDENİN MANA ARAYIŞI GÖLGE’DEN GEÇER

Göklerde ve yerde var olan her şey ve herkes isteyerek yahut zorunlu olarak Allah’ın önünde eğilmektedirler; onların gölgeleri de sabah akşam bunu yapmaktadır (13:15)



Zamanın ve uzamın sonsuzluÄŸu, algılanamazlığı içerisinde insanın anlam veyahut hakikat arayışı tüm yaÅŸamı boyunca edinebileceÄŸi ve de susuzluÄŸunu giderecek tek erek olarak varlık sahnesinde hep yerini alagelmiÅŸtir. Tüm bu çaba, “bilme” ve “ilim” sözcüklerinde ete kemiÄŸe bürünmüÅŸtür. DoÄŸu ve Batı (böylesine bir ayrımın ne kadar doÄŸru ve gerçek olduÄŸu da sorulması gereken bir baÅŸka sorudur. Bununla beraber, bu ayrımın geçmiÅŸin yanlış ötekilik algıları üzerinden kurulmuÅŸ bir stereotipin süregitmesini desteklediÄŸinin de farkında olduÄŸumuzu belirtmek isteriz) felsefesinin en temel argümanlarının da “bilme” üzerine kurulu olduÄŸunun altını çizmekte fayda vardır. Antik Yunan’ın en temel sorunsallarından biri γνῶθι σεαυτόν, yani diÄŸer bir deyiÅŸle Kendini Bil kelamı, Ä°slam’da, Peygamberin (s.a.v) bir hadisinde de ifade ettiÄŸi gibi; من عرف نفسه فقد عرف ربهyani Kendini bilen Rabbini bilir suretine bürünüp insan zihnine ve ruhuna akacak bir kanal bulmuÅŸtur. Kabala Mistiklerinden Hıristiyan Pederlerin öÄŸretilerine; Ä°slam tasavvufundan geleneksel Budist ve Tao düÅŸüncesine kadar ontolojik temelde anlam arayışına odaklanmış birçok düÅŸünce, din ve gelenekte de bu kendini bilmenin ve tanımanın izini sürebilmek mümkündür.

         Peki, madde suretine bürünmüÅŸ bu bedeni taşıyan insanın mana arayışı nasıl gerçekleÅŸecektir? Bu mümkün müdür? Bazı mutasavvıfların dediÄŸine göre, ruh beden elbisesinin içine hapsedilmiÅŸtir. BaÅŸka bir deyiÅŸle; manalar âleminden gelmiÅŸ, elle tutulamayan, gözle görülmeyen, dille tadılamayan, burunla koklanamayan, kulakla iÅŸitilemeyen ruh; etten, kandan ve kemikten müteÅŸekkil, maddeler dünyasına ait bedenin içine hapsolmuÅŸtur. Tıpkı ejderhalar tarafından esir alınan bakire kızlar gibi her daim kurtarılmayı ve sesinin duyulmasını beklemektedir bu zindanda. ÖzgürlüÄŸün semalarında kendini yeniden bulmak için…

         Bilinen ve yazılan tarihten bu yana insanların hep bir hakikat arayışına yöneldiÄŸini hepimiz az çok biliriz. Bu hakikat arayışı birçok din, mezhep ve düÅŸünce ekollerince insanın kendini ve kendiyle beraber evreni anlamasını gerekli kılar; yani bu, makro kozmos ile mikro kozmosun anlaşılmasıyla mümkün bir ÅŸey olarak telakki edilir. Ki aslında varılan sonuç genelde makro kozmosun mikro kozmostan, mikro kozmosun da makro kozmostan baÅŸka bir ÅŸey olmadığıdır. Her ÅŸey birbiriyle bir bütün olduÄŸu gibi aynı ÅŸekilde kendi başına da bir bütünlük arz etmektedir. BütünlüÄŸü saÄŸlayan en temel güç ise dengedir. Dengenin yitirilmesi ile insan evladı bir o yana bir bu yana savrulduÄŸundan, hakikat arayışına hep bir veya duruma göre de, birkaç adım geriden baÅŸlar. Hakikatin peÅŸine düÅŸen bu batini ekollere tabii olan birçok insan, madde âleminden kurtulup manevi âlemde, manalar denizinde yüzmeyi arzulamış ve bunun için çöllerde, maÄŸaralarda çileci bir yaÅŸam sürmeyi tercih etmiÅŸtir. Peki, hakikat aÅŸkı için çıkılan bu çilekeÅŸ yolda, insanoÄŸlunun kendini tanıma sürecinde, karanlıklar dünyasına aitmiÅŸ gibi her daim peÅŸimizde olan, güneÅŸin en zirvede olduÄŸu anlarda ise bizim boyumuzla adeta eÅŸit uzunlukta görünen gölgeler de neyin nesi oluyor? Ne kadar içimizdeyse, bir o kadar da dışımızda olan gölgeler. Onları yok sayamız, bizim deÄŸil diyemeyiz. Böylesi bir yalana sarılmak belki de gafletlerin en büyüÄŸü, insanın kendisine ihanetinin en sert hançeri suretinde kalbe derinlemesine inip onu paramparça eden ve karanlığın gözleri kör eden “ışığı” olacaktır… Gölge sadece dışımızda, yürürken, nefes alırken ve verirken; dış gözlere açık, kendimizle beraber taşıdığımız bir parçamız deÄŸildir. Aynı zamanda herkesten köÅŸe bucak gizlediÄŸimiz, kimselerin duymaması, bilmemesi için dere tepe düz tırmanıp Kaf daÄŸlarının gerisine; Yusuf misali görünmemesi, bulunmaması, kaybolması için en derin kuyulara gömdüÄŸümüz, yokluÄŸuyla sonsuz bahtiyar denizlerde kulaç atarak mutluluktan dört köÅŸe olacağımızı düÅŸlediÄŸimiz bir parçamızdır. Hakikat arayışını her ÅŸeyin önüne koyan inançlar, insanın kendini tanıması, iyi ve kötü yanlarını anlayıp özümseyerek manalar âlemine geçebilmesi, hakikati yudum yudum içebilmesi için gölgenin görülüp anlaşılmasını ÅŸart koÅŸmuÅŸlardır. Çilenin, inzivanın anlamı da budur. Ä°nziva için ille de insanın kendini daÄŸlara, çöllere vurmasına gerek yoktur. Kalabalıklar içinde dahi mümkündür, hatta en zor olanıdır bu. Kendini görmek, görüp de anlamak, anlayıp da önceden bildiÄŸi ama unutmuÅŸ

olduÄŸu ÅŸeyi hatırlayarak aÅŸkınlık içerisinde yükselmek ve hakikate ermektir en büyük amaç. Gölge derken tam olarak neyi kastettiÄŸimizi daha da açarsak konu daha net anlaşılacaktır. Yüzyılın en önemli psikanalistlerinden yahut kendi tabiriyle analitik psikologlarından Jung, oluÅŸturduÄŸu arketipler teorisinde, bireyselleÅŸme sürecinin gerçekleÅŸmesi ve insanın bir bütün olarak dengeye ulaÅŸması için “gölge” adında bir arketipten söz eder. Bu arketip adı üzerinde gölge gibi her daim peÅŸimizde, ama hep karanlıklar içindedir. ÇocukluÄŸun ilk evrelerinden itibaren baskıladığımız, görmemeyi tercih ettiÄŸimiz, varlığını yok saydığımız her ÅŸeyi aslında yok etmiyor, bunları gölge adlı “evin” içerisinde biriktiriyoruz. Lakin biz büyüdükçe, yıllar su misali aktıkça o gölge hiçbir zaman onu en son bıraktığımız ÅŸekilde kalmıyor, o da bizimle beraber büyüdükçe büyüyor, öyle ki gün gelip boyu ve gücü bizimkini aşıyor ve adeta bizi kendi elinde tutsak edebilecek bir noktaya dahi varabiliyor. Gölge her daim hayatımızda olsa da, savunma mekanizmaları ve güçlü bir süper egoya sahip olmamızdan dolayı çoÄŸunlukla yadsınıyor, yok sayılıyor. Buna raÄŸmen hayatın iki döneminde gölgenin kendini göstermesi kaçınılmaz bir hal alıyor: ergenlik ve orta yaÅŸ. Bu her iki dönem de yaÅŸamın anlamının ve kimliÄŸin, varlığın sorgulandığı ve kontrol edilemez deÄŸiÅŸimlerin yaÅŸandığı dönemlerdir.  O yüzden o güne deÄŸin baskılanmış olan gölgeler, tekinsiz suretler içinde rüyalarda, gündüz düÅŸlerinde, fantezilerde kendilerini gösterir. Adeta onlarsız bir yaÅŸamın ve hakikat arayışının mümkün olmadığını söylercesine… Bir zehri sonuna dek içmeden iyileÅŸemeyeceÄŸimizi söyleyen Jung, anılarında gölgelerin yıkıcı etkisine dair ÅŸöyle der:

 

“Tutkuların cehenneminden geçmemiÅŸ bir insan hiçbir zaman onların üstesinden gelemez çünkü o zaman, o tutkular komÅŸu kapıda pusu kurarlar ve herhangi bir anda kıvılcımlanarak insanın kendi evine saldırırlar. Bir ÅŸeyden vazgeçersek ve bir ÅŸeyi geride bırakıp onu iyice unutursak, görmezden geldiÄŸimiz ÅŸeyin güçlenerek geri dönme tehlikesini oluÅŸturmuÅŸ oluruz.” (222)

 

Tabii burada dikkat etmemiz gereken bu “cehennemin yaÅŸanmasından” kasıt o içsel, yok edici dürtülerle dolu eylemlerin fiiliyata dökülmesinden ziyade onların benimsenip, kabullenilip onlarla yüzleÅŸilmesi söz konusudur. Ä°nsanın bu dünyadaki en büyük cehennemi kendisiyle ve kendisi üzerinden tüm kâinatla yüzleÅŸmesi deÄŸil midir? En çok cesaret gerektiren, nice babayiÄŸitleri bile tir tir titreten ÅŸey, böylesi bir praksis deÄŸil midir? Haliyle insanın kendini bilme ve ardından Rabbini bilebilmesi için kendi içindeki cehennemiyle yüzleÅŸmesi ve onun ateÅŸinin yakıcılığını derinden hissetmesi gerekmez mi? Ancak o zaman “kendinden geçip” de mana arayışının içerisinde yeniden “kendini” bulabilecektir. Aksi takdirde ayağın, gözün, tüm uzuvların bir tarafı o cehenneme bakarken ve onun içinde delaletle yüzerken; insan evladı, hakikatin ve mananın peÅŸinde koÅŸtuÄŸu “hikâyesiyle” kendisini sürekli aldatıp duracaktır. 

         Sözünü ettiÄŸimiz bu gölge bireyin yaÅŸamında var olan gölgedir, bununla beraber bir de toplumların, nisyandan gelen insanoÄŸlunun da kendisiyle beraber yüzyıllara taşıdığı, kuÅŸaktan kuÅŸaÄŸa aktardığı bir gölge daha mevcuttur: kolektif gölge. Pozitivizme tutsak ve aydınlanma türküleriyle sarhoÅŸ günümüz dünyası insanının manevi açlığı ve doyumu, metafizik gerçeklik de gölgeler âlemine atılmış, orada zincirlere vurulmuÅŸtur. Bunlar yaÅŸadığımız çağın bastırılmış gerçeklikleridir, gün yüzüne çıkmayı bekleyen gölgeleridir, zincirlerin kırılmasını bekleyen, bizi hakikate götürebilecek kıymetlilerdir. Gölgelerini inkâra ÅŸartlanmış ya da ÅŸartlandırılmış insanoÄŸlu “uçmak, kendinden geçmek” için teselliyi çok daha baÅŸka noktalarda, uyuÅŸturucuda, tende, elleriyle yaptığı taÄŸutlarda, putlarda, kendi cisimsel varlığında aramaktadır. Para, hedonist ve bedensel zevkler, uyuÅŸturucu, lüks yaÅŸam; tüm bunlar ayağımızın yerden kesilmesi için kâfi hale gelmiÅŸ, getirilmiÅŸtir. Ä°ÅŸte bu kolektif gölgeler dünyayı DoÄŸu ve Batı olarak ikiye böldü, ötekilerini yarattı, bastırılmış bütün olumsuz duygularını, gölgelerini öteki üzerine yansıtarak tüm yıkıcı ve ÅŸiddetli öfkesini onların üzerine kanal kanal akıttı, kustu, bir diyonizyen kriz içerisinde kayboldu, yitti. Ve iÅŸte insanlar gölgelerin gücü altında çizilen sınırlar arasında paramparça oldu, darmadağın; aynı ÅŸekilde doÄŸaya, yeryüzüne karşı da kibir ve zulümle yıkandı, kirlerini arttırdıkça arttırdı; ÅŸimdi de içinde boÄŸulacağı günü beklemektedir.

         Gölgeler genellikle rüyalarımızda; bizi karanlık yollarda, bayırlarda, yokuÅŸlarda kovalayan, sıkıştıran; evlere girip üzerlerine kapıları, pencereleri sıkıca kilitlediÄŸimiz varlıklar olarak kendilerini gösterir. Kapılarımızı yumruklarlar seslerini duyurmak için, bir çift göz olup ruhumuzun içine iÅŸleyip bizi derinlemesine ürpertirler; kesif bir korku olarak damarlarımıza sinerler. Fakat gölgelerin içine hapsettiÄŸimiz, setrettiÄŸimiz tüm bu duygular kabul edildiÄŸinde iÅŸte o vakit kelepçeler kırılır, zincirler paramparça olur. Yaralarımız, gölgelerimiz Tanrı’ya açılan kapılar olduÄŸundan acılar, bizleri egonun görünen yüzeyinin ötesine, ruhlar ülkesine götürür. Bu iyileÅŸme sürecinde, hakikate ulaÅŸma sürecinde, gölgelerin dönüÅŸmesi, karanlıktan sıyrılıp bizi hakikate götürecek bir ışık olması gerekmektedir. Bu da ancak Jung’un deyiÅŸiyle gölgeleri bilinçdışının kafesinden ve zincirlerinden kurtarıp onları anlamak ve onlar üzerinden giderek aydınlanmak ve ışığa boÄŸulmakla mümkündür. Bu hayli meÅŸakkatli ve zorlu bir süreç, bir yoldur. Bunu hayatında gerçekleÅŸtirecek insan sayısı maalesef çok azdır; çünkü bu yol dikenlerle dolu ve yüzleÅŸmenin getirdiÄŸi sonsuz acılarla yüklüdür. Hem zaten, hangi güzellik kolaylıkla elde edilmiÅŸtir ki? Hakikat yolu ne zaman fıskiyelerin serinliÄŸi, bülbül ÅŸakımaları, gül yüzlü yârin olduÄŸu bir bahçe olagelmiÅŸtir ki? O yola koyulan her insan tarifi mümkün olmayan acılarla karşılaÅŸmış, gölgenin karanlıklarıyla boÄŸuÅŸmuÅŸtur; çünkü bilir ki hakikate ulaÅŸmasına en büyük engel odur, onu alt edebildiÄŸinde hakikate ulaÅŸacaktır ve onu anladıkça hakikatin manasını, varlığını ve gerekliliÄŸini idrak edecektir. Hakikat o vakit bir merhem gibi insanın, gölgeden geriye kalan yaralarının sarılmasına ve ruhuna sonsuz ÅŸifalar sunulmasına bir vesile olacaktır.      

Suat Baran

  Kaynak:Süreç ANALÄ°Z / 4. sayı

Yararlanılan Kaynaklar:

Kur’an Mesajı: Muhammed Esed Meali-Tefsiri. Ä°ÅŸaret Yayınları, 2009

—Jung, Carl Gustav. Anılar, DüÅŸler, DüÅŸünceler. Can Yayınları, 2009

—Vaughan- Lee, Llewellyn. ÇaÄŸrı ve Yankı: Sufilerin Rüya Çalışmaları ve Ait Olma Psikolojisi. Ä°nsan Yayınları, 2002

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.